Mütercim Cemal Aydın, Ak Sultan ile Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri hakkında dikkati çeken bir yazı kaleme aldı. Aydın'ın, Haber7 için kaleme aldığı, "İki mübarek sultana benim içim yanar" başlıklı yazısı şöyle:
Birincisi, ölürken çevresindekilere zenginlerin yoksulların ellerinden tutma konusunda ibret almaları için “Beni tabutla kabre götürülürken sağ elimi kefenden dışarı çıkarın ki, insanlar benim bu dünyadan eli boş gittiğimi görsünler!” vasiyetinde bulunan Sultan Selâhaddin Eyyûbî Hazretleridir.
O muhteşem Sultan hakkında pek çok kitap okudum, çünkü büyüklerin büyüklüğünü anlamak, ancak onların ne yapıp ne ettiklerini yeterince bilmekle mümkündür. O bilgileri de ancak onlarla ilgili çok eser okumakla edinebilirsiniz.
İslâm topraklarını kâfirlerin murdar ayaklarından kurtarıp arındıran o Sultan, Haçlılara karşı verdiği kahramanca mücadelesinde neler çekmiş bir bilseniz benim gibi sizin de içiniz yanar, yüreğiniz kan ağlar.
Aslında ilim adamı olacakken mecburen devlet adamı olmak zorunda kalan o mübarek Sultan, Haçlılara karşı İslâm birlik ve beraberliğini oluşturmak için çok uzun zaman harcamak zorunda kalmıştır.
Bir yandan Batı’nın aşağı yukarı her ülkesinden gelen Haçlı çapulcularıyla uğraşırken, bir yandan da beyliğini, reisliğini, devlet başkanlığını kaybetmemek için Haçlılarla iş birliği eden satılık kimseleri yola getirmeye çalışmıştır. O dönemdeki Mısır’ın Şiî yönetimi, Sünnîleri kâfir olarak gördükleri için (hâlbuki dünden bugüne hiçbir Sünnî, müminlerin annesi Hz. Âişe validemize varıncaya kadar pek çok sahâbîye söven hiçbir Şiî’ye kâfir dememiştir, demez!) alenen Haçlılarla anlaşmalar yapmış ve Sultan Selâhaddin Eyyûbî’nin karşısında yer almıştır.
Selâhaddin Eyyûbî sadece müslüman devlet, devletçik ve beyliklerle de değil, bütün bunlar yetmezmiş kendi adamlarıyla da baş etmek mecburiyetinde kalmıştır. İhtiras, kibir ve ikbal sevdalısı bazı eski devlet görevlilerinden, onlarla aynı kafadaki amca oğullarından, dayı oğullarından, teyze oğullarından, hala oğullarından, kısacası çok sayıda hısım ve akrabadan başına öyle dertler açılmıştır ki şaşarsınız, hayret edersiniz, bu kadarı da olmaz, olamaz dersiniz.
Sultan Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri İslâm diyarından Haçlıları kovayım da müslümanlar hürriyetlerine kavuşsunlar, Kudüs küffarın elinden kurtulsun diye çırpınırken, dünyaya tapan hısım ve akrabaları “Bana falan şehrin idaresini verirsen, bana filan bölgenin valiliğini verirsen, bana şuraların yönetimini verirsen…” diyerek menfaat peşinde koşuyorlardı.
Kimi İslâm devlet başkanları da kibirleri yüzünden o Muhteşem Sultan’a yardım etmediler. Meselâ Selâhaddin Eyyûbî, Mağrip’in Muvahhid hükümdarı Yakup Mansur’a bir mektup göndererek, ondan Avrupa gemilerinin Suriye limanlarındaki hristiyanların yardımına gelmesini önlemesini ve kendi filosunu takviye etmesini istedi. Hükümdar Yakup Mansur ise, kendisine “Müminlerin Emiri” unvanıyla hitap edilmediği için yardım göndermedi (bkz. Mukaddime/Evrensel Tarihe ve Toplum Bilimlerine Giriş, s. 381, Timaş Yayınları).
Haçlılarla kol kola olan devlet, devletçik ve beyliklerden tutun da gözlerini hırs bürümüş bütün hısım, akraba ve sözde dostlara kadar hepsini öyle veya böyle ikna etmek, asker toplayabilmek ve Haçlıların üzerine güçlü bir şekilde yürüyebilmek için ne çileler çektiğini bir hayal edin!
Sonunda ordusunu seferber ettiğinde de İslâm nam ve şanını Batı’nın bütün o azgın Frenklerine bile kabul ettirmişti. Dünün Haçlılarında ve bugünün o Haçlı torunlarında şu İslâmî erdemleri görebilir misiniz?: Meselâ bir seferinde çok sayıda Haçlı askeri esir alınır, fakat Sultan Selâhaddin onların bakımını sağlayamayacağını görünce hepsini düşman saflarına geri gönderir ve “Gidin, karnınızı doyurun! Sizinle yine savaşalım!” der. Haçlıların ünlü liderleri hastalanınca da onlara kendi doktorlarını gönderip tedavi ettirir.
Dış düşmandan çok içerdeki muhalefetle uğraşan o mübarek Sultan, sonunda Allah’ın yardımıyla Haçlı sürülerinin tamamını İslâm topraklarından söküp atar. Mısır’daki Haçlı dostu Şiî devletini de ele geçirip liderlerine hak ettikleri cezayı verir.
Allah ona rahmet etsin, İslâm dünyasında bugün de onun gibi Frenklere karşı mücadele verenlere Rabbimiz yardımını esirgemesin!
İçimi yakıp kavuran ikinci sultan ise, hak ettiği unvanıyla Ak Sultan, Ulu Hakan, Sultan İkinci Abdülhamid Han hazretleridir.
İslâm topraklarını kendi döneminin Haçlılarına karşı müdafaa etmek için onun da, tıpkı Sultan Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri gibi, çekmediği çile kalmamıştır. O da hem dışarının bütün sırtlanlarına, hem de içerinin tüm çakallarına meydan okumuş ve ne acıdır ki dış düşmanlarla cebelleşmekten çok daha fazla içimizdeki şuursuz, basiretsiz ve akılsız muhalefetle uğraşmıştır.
Dışarıda “Kızıl Sultan” diye kitaplar yazılıyor, yerden yere vuruluyordu. İçeride de “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!” diyecek kadar bayağılaşan, Batı’nın kin ve ihtirasını görmekten aciz, köhnemiş beyinler çemkiriyordu.
İsmail Hami Danişmend’in “31 Mart Vakası” kitabında, Abdülhamid Hazretlerine içerdeki muhalefetin nasıl dış düşmanlardan daha beter iftiralar attığı belgeleriyle ortaya konur.
Günümüzdeki Siyonist İsrail Devleti’nin kurucu babası olan Theodor Herzl, İstanbul’a gelip kendisinden “Filistin bölgesine Yahudilerin yerleşmesine izin vermesi karşılığında Osmanlı’nın Batı’ya olan bütün borçlarını ödeme garantisi” verdiğini bilmeyenimiz yoktur. Onun bu teklifine “O toprakları benim atalarım kanlarını dökerek aldılar, oralar ancak kan pahasına verilir!” diyerek rest çeken o mübarek Sultan’a içimizdeki iftiracı muhalefet o zamanlar “Vatan topraklarını sattı!” diyecek kadar çirkefleşmiştir. Bu soysuz iftiranın da belgesi az önce sözünü ettiğimiz kitapta vardır.
Herzl’in o inanılmaz teklifinin reddedildiğini gören Siyasî Siyonistler, Filistin topraklarının ele geçirilebilmesi için Abdülhamid Han’ın mutlaka tahttan indirilmesi gerektiği kanaatine varırlar ve ellerindeki o muazzam servetleriyle içimizdeki muhalefeti var güçleriyle desteklemeye başlarlar. Maalesef bizimkiler, o Ak Sultan’a olan nefret ve kinlerinden dolayı şu en basit, fakat en can alıcı ve bilinçlendirici soruyu kendi kendilerine bir kere olsun sorup da düşünmez, tefekkür etmezler: “Bütün Batı devletleri bizim Padişahımıza düşman olduğuna ve mutlaka tahttan indirilmesi gerektiğini savunduğuna göre, bizim o Haçlı dölleriyle birlikte olmamız doğru mu? Acaba biz farkında olmadan gavurun ekmeğine yağ mı sürüyoruz?”
İç muhalefet, dış düşmanların o para muslukları sayesinde, Paris gibi Batı şehirlerinde toplantılar düzenleyebilmiş, aleyhte dergiler, gazeteler çıkarmış ve Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi için elinden geleni yapmıştır. Abdülhamid Han’ın düşürülmesi demek, Osmanlı Devleti’nin dağılması demek olduğunu bilemeyecek kadar zavallılaşan iç muhalefet, Paris’te yaptığı, Rumların ve Ermenilerin ileri gelenlerinin de katıldığı bir konferansta “Abdülhamid’i devirdikten sonra yerine kimi koyacaksınız?” sorusuna “Onu daha sonra düşünürüz!” diyecek kadar dar görüşlü ve ufuksuz olduğunu ispat etmiştir.
Batı’nın tıpkı dünkü ataları olan Haçlılar gibi İslâm topraklarını işgale hazırlandığını gören o Ak Sultan, bu hakikati içimizdeki Batı hayranı, sözde demokrat, sözde hürriyetçi, sözde idealist, gerçekte ise şuursuzca Batı’nın Haçlı emellerine hizmet eden o dönemin dinsiz veya dindar aydınlarına bir türlü anlatamaz.
O Ak Sultan, üç kıtaya uzanan bu Cihan Devleti’nin o hâliyle ayakta kalmasının mümkün olmayacağını görerek İslâm Devletleri Topluluğu’na benzer bir ümmet birliği oluşturmak için çoktan harekete geçmişti. Kurulacak bu yeni devletlerin başında yer alacak liderleri de her bölgenin diğerlerine sözünü geçirebilecek en güçlü kabilelerinin çocuklarını devleti yönetebilecek bir şekilde İstanbul’da eğitime tabi tutmuştu.
Kısacası, elimizdeki İslâm topraklarının emperyalistlerin eline geçmesini önleyebilmek için elinden gelenin fazlasını yapmıştı. Ne var ki içimizdeki muhalefet ve aydınlar, ümmetin bekasını ilgilendiren bu hakikati göremediler, anlayamadılar. Devlet idaresinin engin bir tecrübe gerektirdiğini hiç düşünemediler. Batı’nın, demokrasi memokrasi gibi laflarla dünyayı aldatırken mazlum milletleri nasıl acımasızca sömürmekte olduğunu hiç akıllarına getirmediler. Batı’nın sloganlarına kandılar. Neticede koca bir Cihan Devleti, içerdeki muhalefetin dışardaki Haçlılarla iş birliği etmesi sonucu yıkıldı.
O mübarek Ak Sultan, kendisini tahttan indirenlere şöyle demişti: “Siz bu devleti on sene kazasız belâsız idare edebilirseniz, yüz sene idare ettik diye övünebilirsiniz!” Edemediler. Koca İslâm diyarını küffarın çizmelerine teslim ettiler.
İstanbul’un fethinden çok uzun zaman önce Balkanlara yerleşmiş atalarımızın oradan kovulmalarına, hem soykırımla, hem de sürgünle mahvolmalarına sebep oldular. Petrol fışkıran İslâm topraklarını Haçlıların eline geçmesinin kapısını araladılar.
O kâfirlerle iş birliği ederek devlet başkanlığını elinden aldıkları o Ak Sultan, “Aman ha savaşa girmeyin! Onlar aralarında kapışsınlar! Hiçbir Batılı devletin yanında yer almayın!” diye uyarı üstüne yapar, mesaj üstüne mesaj gönderirken, o çok bilmiş, zavallı soytarılar, o çaylak siyasetçiler, onun sözünü tutmadılar. Böylece de kendilerinin ne kadar çapsız ve akılsız olduklarını bütün cihana ilân etmiş oldular. Onların beyinsiz, bilinçsiz ve ileri görüşten mahrum olmaları yüzünden yüz binlerce insanımız, gencimiz ve okumuş tabakamız mahvoldu. Yüz binlerce genç fidanımız heba oldu, yüz binlerce ocak söndü. Bilmem kaç milyon şehit verdik. Balkanlarda altı yüzyıl, Ortadoğu’da ve Afrika’da dört yüzyıldır elimizde olan topraklar siyaset konusunda dört dörtlük geri zekâlı ve Batı hayranı subayların zavallılığıyla elimizden çıktı ve emperyalistlerin eline geçti.
Sonunda alçak ve aşağılık bir İngiliz generalinin Sultan Selâhaddin Eyyûbî Hazretlerinin kabrini tekmelemesine, “Ey Selâhaddin işte biz geldik!” diyerek havlayıp ulumasına yol açtılar.
O iki mübarek sultana benim içim yanmasın da kime yansın?