Almanya 20. yüzyılın en agresif, en çalkantılı ve en acı çekmiş ülkelerinden birisidir. Yine aynı yüzyılda iki dünya savaşının çıkmasının müsebbibi ve bu iki savaşın getirdiği mağlubiyetin menfi sonuçlarını iliklerine kadar yaşamış bir topluluktur. Dahası bu savaşların sonucu olarak önce krallıktan demokrasiye, sonra faşizme, daha sonra da Doğu Almanya’da komünizme ve nihayetinde liberal ekonomiye geçişi sağlamış bir ülkedir.
Almanya, 20. yüzyılda yaşananların getirdiği istikrarsız süreçten sonra, geçmişteki tecrübelerinden belli ölçüde ders almış ve son yıllarda genel olarak refah içinde, barışçıl ve istikrarlı bir ülke görüntüsü vermiştir. Durumun ülke içerisinde de genel hatlarıyla bu şekilde algılandığını söyleyebiliriz.
Almanya, İkinci Dünya Savaşından sonra dış politikasını üç temel ayak üzerine oturtmuştur. Kendi kendini sınırlamak, Avrupa Birliği’nin entegrasyon sürecini desteklemek ve ABD’nin de dahil olduğu Batı Bloku içinde askeri anlamda hareket ederek güvenliğini sağlamak şeklinde tezahür eden bu üç ayağı 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir dikkatle uygulamıştır. Sonuçta Almanya bu politikaları uygulayarak, komşuları ile ilişkilerini onarabilmiş ve onların kendisi hakkında sahip olduğu şüpheci tutumu büyük oranda bertaraf edebilmiştir.
İkinci Dünya Savaşında Almanya’yı mağlup eden ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya; Alman ordusunu dağıtarak 1954 yılına kadar Almanya’nın tekrar ordu kurmasına müsaade etmemişlerdir. Her ne kadar 1954 yılında Almanya’nın yeni bir ordu kurmasının önü açılsa da bugüne kadar Almanya’nın kendi güvenliğini sağlayacak güçlü bir orduya ve atom bombası gibi imha edici silahlara sahip olmasının önü açılmamıştır. Bu minvalde ABD ve bununla paralel olarak NATO Almanya’nın güvenlik politikasının temelini oluşturmuştur.
Fakat bu politika Soğuk Savaş sonrasında ABD tarafından yavaş yavaş sekteye uğratılmaya başlamıştır. ABD artık kendine rakip olarak Sovyetlerin mirasını devralan Rusya’yı değil, Çin’i görmeye başlamıştır. Bu yüzden de Soğuk Savaş döneminde Avrupa’da bulunan güçlü askeri varlığını çekerek bunu Pasifik bölgesine yani Güney Kore, Japonya ve Tayvan’a kaydırmıştır. Bu açıdan Ukrayna Savaşı öncesinde ABD’nin Avrupa’da bulunan askeri varlığı 30 binlere kadar düşmüş, fakat Ukrayna Savaşı sonrasında tekrar 70 binlere çıkmıştır. Fakat uzun vadede ABD’nin stratejik olarak artık Çin’e odaklanması ve Ukrayna Savaşı ile Rusya’nın tekrar sıcak bir tehdit olması, Almanya’yı askeri güvenliği açısından endişeye düşürmüştür. Bu çerçevede Almanya, ABD’nin artık Almanya’nın güvenliğini ne kadar sağlayacağı konusunda şüpheleri arttığı için, hem yıllık askeri harcamalarını 55 milyar Euro’dan 70 milyara çıkarmış hem de askeri harcamalara bir sefere mahsus 100 milyar Euroluk bir bütçe ayırarak, silah ve mühimmat stokunu artırma kararına varmıştır. Fakat bu kararın neticelenmesinin ciddi bir zaman alacağını düşünürsek, Almanya’nın en azından kısa vadede ciddi bir güvenlik zafiyetine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Almanya’nın bir diğer zafiyeti ise enerji alanında bulunmaktadır. Ukrayna Savaşı öncesinde Almanya doğalgaz ihtiyacının yüzde 55’ni, kömür ihtiyacının yüzde 40’nı ve petrol ihtiyacının yüzde 36’sını Rusya’dan tedarik etmekteydi. Fakat an itibari ile Rusya’dan kömür ve petrol alımını sıfırlamış olan Almanya, gaz alımını da yüzde 10’nun altına düşürmüş durumdadır. Bu enerji açığını kapatmak için farklı ülkelerden enerji ithal etmeye çalışmakta ve bu durum hem maliyeti artırmakta hem de orta vadede toplumda yeterli ürün bulup bulamayacağı endişesinin yaşanmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla enerjide Almanya’nın Rusya’ya aşırı bağımlığı artık ülkenin güvenlik politikası dışında ikinci zafiyetini oluşturmaktadır.
Almanya’nın üçüncü zafiyeti ise Çin ile olan ilişkileridir. Almanya, ihracat eksenli bir kalkınma modeli izlemekte olup milli gelirinin yüzde 47’sini ihracat ile elde etmektedir. Almanya’nın bu ihracat temelli kalkınma politikasında Çin çok önemli bir yere sahiptir. Bu çerçevede hem ucuz ara mal ithalatı hem de nitelikli ürünlerin pazarlanması için Çin, Alman firmaları için önemli bir pazardır. Bugün Infineon ve Volkswagen gibi Alman şirketleri ciro ve karlarının yaklaşık yüzde 40’nı Çin pazarından elde etmektedir. BMW ve Mercedes-Benz gibi Alman otomotiv devleri de yine ciro ve kârlarının yüzde 30’dan fazlasını Çin’den sağlamaktadırlar.
Ukrayna Savaşı sonrasında Çin’in Rusya’nın yanında yer almasından ve ABD ile Çin’in arasındaki rekabetten dolayı Batı bloku ile Çin ve Rusya arasında bir ayrışma (decoupling) yaşanacağı öngörülmektedir. Batı (ya da daha özelde ABD ve müttefikleri ile) ve Rusya/Çin arasında ortaya çıkacak bir ayrışma, Çin ekonomisi ile iç içe geçmiş Almanya için önemli bir zafiyet oluşturmaktadır. Çin pazarının Alman şirketleri için ortadan kalkması Volkswagen, BMW, Mercedes gibi Alman otomotiv şirketlerini iflasın eşiğine getirebilir. Alman şirketlerinin bu zafiyetten kurtulması en iyi ihtimalle yıllara mal olabilir.
Sonuç olarak güvenliğini ABD, enerji ihtiyacını Rusya ve ihracatını Çin eksenine oturtmuş Almanya’nın bu iş modeli artık çökmek üzeredir. Scholz hükümeti bu zafiyetin farkında olmasına rağmen, henüz bu problemleri nasıl aşacağı yönünde geniş çaplı bir plan geliştirmiş değildir. Bu açıdan önümüzdeki dönemde Almanya’yı zor bir sürecin beklediği açıktır.
Editor : Eshahaber