Sahip olduğu ilimler bakımından derin ve geniş bir denize benzetilen ve “O sadece bir profesör değil bir alimdir” denilen Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Haber 7’ye konuştu. Ramazan ayı sona ererken dini hayatımıza dair sorularımızı cevaplayan Süleyman Uludağ Hoca ile sohbetimize tasavvuf nedir diyerek başladık, Kadir gecesi hatıralarıyla devam ettik. Ama bunlarla yetinmedik metavarse de sorduk, günümüz insanının manevi arayışlarını da...
"HER ZAMAN HER YERDE AZ DA OLSA İSLAMİ SÛFÎLİĞİN HAKİKİ TEMSİLCİLERİ MEVCUTTUR"
Siz tasavvufun İslâm’la başlamadığını, insanlık tarihi boyunca var olduğunu söylüyorsunuz. Bunu bize anlatır mısınız?
Evet, tasavvuf İslâmiyet’le başlamamıştır. Nitekim Kur’ân’da isimleri geçen peygamberlerin kıssalarına ve hayat hikâyelerine baktığımızda bunların her birinde tasavvufî unsurları görebilirsiniz. Kehf sûresinde anlatılan Hızır-Musâ kıssasında zikredilen Rabb’in tecellisi karşısında Hazreti Musâ’nın yaşadığı vecd hali buna örnektir. Tasavvufa “Ledün İlmi” de denilir ve bu isim de Kehf sûresinin 65. âyetinden alınmıştır. Ledün ilmi inancı sahih, ibadeti ihlaslı ameli sâlih ve ahlâkı düzgün müminlere Allah tarafından doğrudan verilen bir ilim ve mârifettir. Böyle müminler az da olsa her zaman, her yerde ve her beldede bulunurlar. Tasavvufun bilgi, mârifet, feyz ve irfan tarafı böyle. Sâlih amel, ihlâslı ibadet ve güzel ahlâktan ibaret olan tarafına Kur’ân-ı Kerîm’de geniş yer verilir ve bu hususları da Allah Resûlü’nün ashâbının ve evliyânın şahsiyetlerinde somut örnekler halinde görmek mümkündür. İslâmiyet insanlık tarihi boyunca farklı isimler alarak var olduğuna ve ayrıca evrensel bir din olduğuna göre onun ayrılmaz bir parçası hatta ruhu ve özü olan tasavvufun daha doğrusu İslâmî tasavvufun, diğer bir ifadeyle İslâm’daki manevî hayatın da bir evrensel boyutu bulunacağı tabiidir. Her dinin kendine özgü bir tasavvufu mistik ve ezoterik tarafı vardır. Hristiyanlar buna mistisizm, menkıbelere de “haciyografi” (hagiography) diyorlar. Evvelki semavî dinlerin tahrifata uğraması İslâm’ın muharref bir din olduğunu göstermediği gibi tasavvufun tahrifata uğramış olması İslâm’daki sûfîliğin yani manevî ve ruhanî hayatın muharref olduğunu göstermez. Her zaman her yerde az da olsa İslâmî sûfîliğin hakiki temsilcileri mevcuttur, mevcut olagelmiştir, mevcut da olacaktır.
Şimdi tasavvuf-tarikat meseleleriyle ilgili zaman zaman üçüncü sayfa haberlerini okuyoruz, şahit oluyoruz. Dolandırıcılıktan üfürükçülüğe, sahte şeyhlere kadar uzanan hadiseler. İnsanlar bu tuzaklara hep düşüyor. Tarikat yol demek, hakiki yol nasıl bulunur bu zamanda?
Dedikleriniz doğru. Eskiden beri var olan bu tür istismarlar sahtekârlıklar günümüzde daha da artmıştır. Bunları yapanlar şeytanca kurdukları tuzaklarla masum insanları aldatmakta ve soymaktadırlar. Şeytanın şerrinden Allah’a sığındığımız gibi bunların şerrinden de Allah’a sığınmalıyız. Din ve tasavvuf adına yapılan şeytanlıklar, adam kandırma ve sahtekârlık diğerlerinden daha tehlikelidir. Zira bunlar din ve dervişlik kisvesine bürünerek insanların karşısına çıktıklarında insan onlara güveniyor, aldanıyor hatta aldandığının da kolay kolay farkına varmadığı için bir çıkmaza giriyor. Bir bataklığa batıyor, ne yapacağını bilemiyor. Tasavvufta kurtuluşa ve saadete ulaşma konusunda yol gösteren mürşitler ve rehberler olduğu gibi, yol kesen şakîler ve haydutlar da var. Bunlardan korunmanın yolu takvâ, ilim ve irfan sahibi sâlih hocaefendilere danışmaktır. Bunlara danışanlar “insan sûret, şeytan sîret” (insan görünümlü, şeytan tabiatlı) din istismarcılarının kurdukları tuzaklara kolay kolay düşmezler. Düşmüş iseler de kurtulabilirler. Allah onların yokluğunu göstermesin, sayılarını artırsın.
Bunların yanında yeni icatlar, enteresan kavramlar duyuyoruz. Spritüel yolculuklar, tekâmül evreleri, âyetlerle bilinçaltı temizliği, çakraları açma, frekans yükseltme, üç derste şifalanma, beş derste evrenle bütünleşme. (…) Herkes meşrebine göre bir arayış içinde. Pazar büyük, satıcı da alıcı da bol. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilgiye bu kadar ucuz ve kolay yoldan ulaşılması, bazılarının dikkat çekici başlıklar ve isimler kullanarak dinle ilişkili yayınlar yapmasının yolunu açmıştır. Âyet ve hadisleri referans vermeleri güvenilirliklerini artırmak içindir. Uzun zamandan beri ruh çağırma, yoga, meditasyon, parapsikoloji gibi akımlar vardı şimdi bunlara yenileri ekleniyor. Ruhî ve bedenî sıkıntısı olanlar bunlardan şifa bekliyorlar. Samimi bir müminin bu gibi şeylere ihtiyacı olmayacağını düşünüyorum. İslâm niye var? İnsanları kalp huzuruna ve ruhsal itminanına kavuşturmak için var. Hakk’a ihlâslı bir şekilde kulluk ve ibadette bulunma, adaletine ve yardımına güvenme, dua ve niyazda bulunma, sıkıntılı zamanlarda ona iltica etme her türlü rahatsızlıkların ilacı, devası ve dermanıdır. Rabbimiz “kalpler ancak Allah’ı zikrederek huzur ve sükûna kavuşur” buyuruyor. Herkesin istediğini söylediği, dilediğini yazdığı ortamda bahsettiğiniz şeyler olabilir, buna engel olmaya imkân yok. Yapılması gereken maddî ya da manevî beden veya ruhla ilgili sıkıntısı olanlarla yakından ilgilenmek ve doğru olanı söylemektir. Gerçek para kalp (sahte) parayı piyasadan kovduğu gibi, Kur’ân’ın hakikatleri, sâlih müminlerin dua ve nefesleri de içi boş tedavi yollarını bu piyasadan kovacaktır.
Sizi bulmuşken soralım, zaman zaman Diyanet’le ilgili, ilahiyatlarla ilgili tartışmalar yaşanıyor. Sizin fikriniz, bakışınız nasıl?
Sert, lüzumsuz anlamsız ve zararlı birtakım eleştirilerin kötülemelerin ve hakarete varan cedelleşmelerin yaşandığı doğrudur ama bu yeni bir şey değildir. Bu bizim eski ve kronik bir hastalığımızdır. Bazı cemaatler, zâhidler ve mutasavvuflar da maalesef aynı şeyi yapmışlardır. Bu tür tartışmalardan hiçbir olumlu sonuç çıkmaz ayrıca müminleri birbirine düşürür ve ümmeti böler parçalar. Cehaletin eşlik ettiği bağnazlıktan ve aşırılıktan Rabbim bu ümmeti korusun! Usûl denilen temel dinî konularda ayrılık tehlikeli ve zararlıdır ama tâlî ve fer’î konularda ihtilaf rahmettir, faydalıdır. Bunları büyüterek ve habbeyi kubbe yaparak farklı görüş ve fikirde olanları suçlamak birliğe ve beraberliğe zarar verir. Bu sebeple vakti ile Gazzâlî’nin İslâm’da Müsamaha başlığıyla bir risalesini tercüme etmiştim. Eleştiri ancak usûl ve âdâbına uygun yapılırsa faydalıdır. Hatta ilmî çalışmalarda ve araştırmalarda mutlaka eleştirinin olması lazımdır. Zira eleştirilmeyen görüş ve düşünceler fikrî ve ilmî gelişmelerin yolunu tıkar.
“Teknoloji ve dijital dünyayı bilen, bunların sağladığı faydalar ya da yol açtığı tahribat konusunda ümmeti ve müminleri bilgilendiren elemanlar ve akademisyenler yetiştirmek zorundayız.”
Metaverse diye bir teknoloji var yenilerde. Bir başlık gözlük takıp dijital bir dünyada yer alıyorsunuz. Hatta metaverse ile hac yapılması bile haber konusu edildi, üzerine tartışıldı. Teknoloji-insan ilişkisi bakımından siz bu tür gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Teknoloji hızla gelişiyor ve bu durum dinî ve tasavvufî hayatı da az çok ilgilendiriyor. Telgraf telefondan metaverse dünyaya. … Bundan sonra insanlık bu alanda yürümeye devam edecek, bunun geri dönüşü de yok diye düşünüyorum. Zaman zaman bu gelişmeler beni endişelendiriyor çünkü bu gelişmeler geleneğe, âdetlere ve kadîm kültüre ait hususları ya silip atıyor veya önemini azaltıyor ya da itibarsız hale getiriyor. Geleneğini ve kadîm değerleri olmayan bir toplum nasıl yaşar? Yaşasa bile nasıl mutlu olur, bilmiyorum. Bunun dinî, manevî ve tasavvufî hayatı etkilediği bir gerçek. Ancak şunu düşünüyorum müminlerin ve dindarların teknoloji ve dijital gelişmelere seyirci kalmamaları gerekir. Nasıl din ve İslâm adına tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, tasavvuf, siyer bilen elemanlar ve akademisyenler geliştiriyor ve bunları yetiştirmeyi farz-ı kifâye olarak görüyorsak, teknoloji ve dijital dünyayı bilen, gelişmeleri takip eden bunların sağladığı faydalar ya da yol açtığı tahribat konusunda ümmeti ve müminleri bilgilendiren elemanlar ve akademisyenler yetiştirmek zorundayız. Sağladığı faydalardan istifade etmek ve yol açtığı tahribattan korunmak için bunları bilmek mecburiyetindeyiz. Bilgili olmak önemlidir. Mücadele cehâletle değil, bilgi ve akıllı olur.
“Kadir Gecesinde göklerin kapılarının açılmasını görmeye ve gözlemlemeye çalışırdık.”
Kadir gecesini aradığımız günlerdeyiz. Sizin bir çocukluk hatıranız var. Büyükleriniz köyde Ramazan’ın son günlerinde semâya bakmanızı söylerlermiş. Göklerin fethi, Allah’ın rahmeti nâzil olur, Kadir gecesinin bir an vardır, ne dilerseniz kabul olur diyerek. 40’lı yılların Türkiye’si, Amasya’nın köyünde göğe bakan bir çocuk, neler görmüştü, hatıranızda neler kaldı o anlardan?
Köyümüzde de Kadir gecesinin bu ayın 27. gecesi olduğu kabul edilir ve ona göre hatimlerin duası yapılır kabirler ziyaret edilirdi. Sirâyet ve geçişli olma hislerin özelliği olduğundan büyüklerin hâl ve hareketleri ve heyecanları bize geçerdi. Göklerin kapılarının açılmasını görmeye ve gözlemlemeye çalışırdık. Gök açılmasını görmesek bile bunun heyecanını yaşamak insana ayrı bir manevî zevk verir. Sabah olunca bazı rivayetler dolaşırdı, gök açılmasını falan kişi görmüş bir an için dünya lâhûtî ve ışıl ışıl olmuş derlerdi.
“Muhtemeldir ki nice müminler göklerin açılması olayını çıplak gözle veya basiret gözüyle görmekte, Peygamber Efendimiz‘i örnek alarak sır olarak muhafaza etmektedirler.”
Peki kadir gecesinin gizli olmasının hikmeti nedir?
Onun gizli tutulması da Allah’ın bir lütfudur! Sahâbe de bu anı merak eder, öğrenmek ister Hz. Peygamber’e sorarlardı. Fakat Resûl-i Ekrem bu mesele ile ilgili ipuçları verir ama sözü edilen anın zamanını tam olarak belirtmezdi. Bunun insanın hevesini ve heyecanını artırma ve merakını kamçılama gibi bir faydası vardır. Muhtemeldir ki nice müminler göklerin açılması olayını çıplak gözle veya basiretle görmekte, dolu dolu yaşamakta ama Peygamber Efendimiz‘i örnek alarak ve ona tâbi olarak ifşâ etmemekte ve sır olarak muhafaza etmektedirler. O anı görmek isteyenler ibadet, taat güzel ve ahlâkla buna hazırlık yapmalıdırlar. Her değerli şey gibi o değerli anın da bir bedeli vardır. Öyle bedava olmaz! Bunun bedelini ödeyenler büyük ihtimalle o anı yaşar ama bunu kimseye söylemezler ve gizli tutarlar.
“Gayb âlemi bize çok yakın, biz o âlemin içinde olmasak da onunla iç içeyiz. “
Sözün başından bu yana hep manevî bir âlemden söz ediyorsunuz. Biz ise madde âleminde, maddiyata bağlı yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz bu maddî âlemle sizin bahsettiğiniz bu manevî âlem arasında nasıl bir ilişki var, sıradan bir insan bunu nasıl anlamalı?
Bir zıtlıklar âleminde yaşıyoruz. Allah bahis konusu olduğunda zâhir-bâtın, celâl-cemâl; insan bahis konusu olduğunda beden-ruh, dünya-ahiret; kâinat bahis konusu olduğunda ise şehâdet-gayb, mülk-melekût gibi birbirinden farklı birbirine zıt iki varlık alanından ve çift âlemden söz ediyoruz. Maddî-manevî, cismanî-semavî varlıklar sahası da böyledir. Bir bakıma gayb âlemi bize ırak, kapalı. Gaybı Allah’tan başkası bilmez diyoruz. Diğer bir yönden gayb âlemi bize çok yakın, biz o âlemin içinde olmasak da onunla iç içeyiz. Mesela insan ruhu gayb âlemindendir. Ruhun ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz ama can dediğimiz ruh bedenimizin içindedir ve biz onun tezahürlerini görmekteyiz. Allah’la insan, Allah’la âlem, mülk âlemi ile melekût âlemi, şehâdet âlemi ile gayb âlemi de aynen böyle. Din de tasavvuf da Allah ve melekût âlemi ile daima sıkı bir ilişki içindedir. Gayb âlemi ve semâ ile bağlarını koparan veya zayıflatan bir mümin dinle de bağlarını zayıflatmış veya koparmış olur. Dindar ve sûfî işte bu bağları sağlamlaştıran mümin demektir.
“Yeni neslin küçük bir bölümü dini hayat konusunda farklı arayışların içine girmiş olabilir ama bu kalıcı değil geçici bir hevestir gelir geçer. Zira bunun ne bir geçmişi var ne de sağlam bir temeli.”
Toplumun dinle ilişkisi bakımından dindarların modernleştiğine, seküler kesimlerin dindarlaştığına dair tespitler var. Ayrıca yeni neslin ise başka türlü, söylenenlerin aksine kendine özgü nitelikli bir dindarlığı var deniyor. Sizin gözlemleriniz nasıl?
Ben 1937 doğumlu olduğuma göre, hayatımda sekiz on sene, bir de beş sene var. 1945’e kadar faşizm ve Nazizm sonra, kapitalizm, liberalizm ve demokrasi yükselmeye başladı. 1960’tan sonra komünizm ve sosyalizm rağbetteydi ama 92’de SSCB’nin dağılmasıyla o da itibardan düştü. Komünizmin nasıl çöktüğünü gördük, uzun yıllar Türkiye’de bu sistemi savunanlar suspus oldular. Ben bütün bu değişimleri toplum hayatındaki dalgalanmalar olarak görüyorum. Toplum hayatı dalgalı bir deniz gibidir. Deniz en sakin olduğu zaman bile az da olsa dalgalıdır, tam sakin değildir. Bazen dalgaların yükseldiği ve denizin patladığı da olur. Dinî ve tasavvufî hayat açısından baktığımızda bazı dönemlerde dinî hayatın zayıfladığını, bazen de canlandığını görürüz. Buna karşı dinle barışık olmayan ateizm, Marksizm, liberalizm, kapitalizm gibi doktrinlerin ve ideolojilerin de güçlendikleri veya zayıfladıkları olur. Ben toplumdaki İslâmî hayatın geleneksel rengini genel olarak koruduğu düşüncesindeyim. Şu mübarek günlerde topluma, camilere, medyaya baktığım zaman bunu görüyorum. Yeni neslin küçük bir bölümü dinî hayat konusunda farklı arayışların içine girmiş olabilir ama bu kalıcı değil geçici bir hevestir, gelir geçer. Zira bunun ne bir geçmişi var ne de sağlam bir temeli. Tıpkı insanların bir bölümünün 1960’tan sonra Marksizm’e ve komünizme yönelmeleri gibi, bu sistemin çökmesi ile yeni arayışlara girmeleri gibi. Bununla beraber yeni neslin bu arayışının ciddiye alınıp yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum ki kalıcı bir hasar bırakmasın.
İnternetle beraber bilgi çokluğu çağında yaşıyoruz ama doğru bilgiye ulaşmak da bir yönüyle zorlaşıyor. Ancak hem eski hem güncel bir bilgi kaynağı var: İslâm Ansiklopedisi. Sadece İslâmî ilimler değil, beşeri ve sosyal bilimler sahasında bir kaynak. Hatta geçenlerde en çok okunan başlıklardan biri “Montrö” idi. Siz bu ansiklopedi için 200’den fazla madde yazdınız. Bugün dijitalde hizmet veriyor, gördüğü bu talebi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ni Türkiye Diyanet Vakfı’nın en faydalı hizmetlerinden biri olarak görüyorum. İnternete konulması da çok isabetli olmuştur. Biz de bu ansiklopediye 234 madde yazdıktan sonra pek çok maddenin redaksiyonunu yaptık, bunları adeta yeniden yazdık. Böylece yeni nesle de gelecek nesillere de önemli bir bilgi kaynağı bırakmış olduk.
Sizin Ferîdüddîn-i Attâr’dan çevirisini yaptığınız bir eser var, Allah dostlarının hayat hikâyelerinin ve hallerinin anlatıldığı Tezkiretü’l-evliyâ. Velîlerin hâllerini anlamak kolay değil. Malum, evliyâ menkıbelerinin hiçbir değeri olmadığını savunan bir anlayış da var. Evliyânın yaşadıkları hâllere nasıl bakmalıyız, nasıl değerlendirmeliyiz? Hele de günümüzde kafalar bu kadar karışıkken!
Menkıbeleri hafife alan ve bunların hiçbir dinî değerinin olmadığını söyleyenler eskiden beri varolagelmişlerdir. Günümüzde pozitivizmin geniş kitlelere yayılması sadece menkıbelerin muhaliflerini değil sûfîlerin muhaliflerini ve hatta dinin muarızlarını ve muhaliflerini de artırmıştır. Seküler bir hayat tarzı bu süreci hızlandırmıştır. Ama her şeye rağmen “din” de var. Hakiki sûfîlik de evliyâ menkıbeleri de dinî hayata hareketlilik ve canlılık kazandırır.
“Bunların (evliyânın) sözleri Aziz ve Celil olan Allah'ın ordusundan birer askerdir”
“Dinde kıssa ve mesel çok ehemmiyetlidir” şeklinde bir tespitiniz var. Ferîdüddîn-i Attâr’ın önsözü de çok ilgi çekici. Tam on beş sebeple uzun uzun anlatıyor kitabı neden yazdığını. Neden kıssa-menkıbe okumalıyız?
Dinde kıssa ve mesel çok önemlidir ve bunlar Kur’ân‘da ve hadiste geniş yer tutar. Kur’ân‘daki pek çok sûre kıssalarına yer verilen peygamberlerin adını taşır. Ayrıca Bakara, Ankebût, Fil, Neml gibi sûre isimleri de kıssalarla ilgilidir. Kehf ve Hadîd (mağara ve demir) sûreleri de öyle. Allah Teâlâ “Biz kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz, akl-ı selîm sahipleri için bunlarda çıkarılacak ve alınacak ibretler vardır” buyuruyor. Cüneyd-i Bağdâdî Hûd sûresinin 120. âyetini referans vererek “bunların (evliyânın) sözleri, Aziz ve Celil olan Allah'ın ordusundan birer askerdir” diyor. Attâr da bunu örnek vererek bir müminin günde 7-8 sayfa sayfa menkıbe okumasını, menkıbenin verdiği mesajı anlayarak özümseyerek ve içselleştirmesini tavsiye ediyor. Maksat müminin olumlu ve iyi yönde kendini geliştirerek yetkinleşmesi ve erdemli olmasıdır. Menkıbeler aynen Kur’ân‘daki kıssalar gibi müminin ruhanî ve manevî alanda değişim geçirip, huzura sükûna ve kalp itminanına kavuşmasını temin eder.
“Düşünün bundan 12 asır evvel bir velînin samimiyetle söylediği bir söz, ailedeki kavgayı bitiriyor.”
Sizin tercümeniz ilk olarak 1984’de yayımlanmış. Defalarca basılmış. Bu süre zarfında hiç okurlardan size ulaşan oldu mu? Veya bu kitap vesilesiyle size ulaşan, okurlardan yaşanmış hikâyeler anlatıldı mı?
Bir gün Bursa’da halı ticareti yapan bir tanıdığımın dükkânına uğradım. Çay ısmarladı sohbete başladık. Dükkân sahibi burada esnaftan bir komşumuz var benim seni tanıdığını öğrenince dedi ki size uğrayınca haber ver, kendisiyle görüşmek istiyorum. Haber verdiler, komşusu geldi. Adam geldi saygılı bir şekilde karşımda el pençe durdu. Oturması teklif edildiği halde o ayakta durmayı tercih etti. Benden epey yaşlıydı. “Hocam benim bir sıkıntım vardı Allah sizden razı olsun beni o sıkıntıdan kurtardınız” dedi. “Eşimle uzun yıllar süren bir kavgamız vardı, ondan bazı isteklerim olurdu ben istediğimi yaptırma hususunda o ise istediğimi yapmama noktasında direnirdi. Evimizde huzur diye bir şey yoktu Bir gün Tezkiretü’l-evliyâ kitabını aldım ve okumaya başladım. Orada Allah Teâlâ Bâyezîd-iBistâmî’ye şöyle hitap etmişti: ‘Ey Beyazıt dile benden dilediğini.’ Bâyezîd-i Bistâmî ise: ‘Mevlâm senden dilememeli, irade etmemeyi diliyorum’ demiş. Bundan anladım ki dilemekle ve dilemekte ısrar etmekle iş olmuyor. Uzun zaman dilemekte, istemekte ısrar ettim. Huzursuzluktan ve sıkıntıdan başka elime bir şey geçmedi, artık eşimden hiçbir şey istemeyeceğim dedim. Öyle de yaptım. Birkaç gün geçtikten sonra benim bu halim eşimin dikkatini çekti, sana ne oldu diye sordu. Bir isteğimin olmadığını söyledim. O vakitten sonra ondan hiçbir şey istemediğim hâlde daha önce yapmadığı isteklerimi yapmaya başladı.” Düşünün bundan 12 asır evvel bir velînin samimiyetle söylediği bir söz, ailedeki kavgayı bitiriyor. Sûfîler “kalpten çıkan bir söz, kalbe girer ve kalbi etkiler derler.” İşte eserin giriş kısmında Attâr’ın dediği tam da budur.
Nefsin arzularının sınırı yoktur ve onun her istediğini yapmanın sonu hüsrandır. Zâhidlerin ve sûfîlerin dikkat çektikleri nokta burasıdır.
Velîlerin hayat hikâyelerini okuyup az yemek, az uyumak, az konuşmak, inzivâya çekilmek bahislerinde onların nefis terbiyesiyle ilgili yaptıklarını öğrenince hayrete düşmemek mümkün değil. Nefisleriyle her an mücadele halindeler. Yapılması çok zor hatta imkânsız görünüyor ilk etapta. Biz ise her şeyiyle hazzın tatmini üzerine inşâ edilmiş bir çağda yaşıyoruz. O işler eskidendi, onlar başka biz başka diyerek ipin ucunu bırakalım mı, yoksa günlük hayat içerisinde bizim de yapabileceklerimiz var mı?
Az yemek, az uyumak, az konuşmak, halvet ve inzivâ konusunda müminlerin örnek almaları gereken şahsiyet Resûl-i Ekrem’dir. Yüce Allah “Resûlullah’ta sizin için güzel bir örnek vardır” buyuruyor ve sûfîler de onu örnek alıyorlar. Çok az gıda alan, az uyuyan, az konuşan toplumun dışında ve yalnız yaşayan hiç evlenmeyen zâhidlerin ve sûfîlerin sayıları çok azdır, tek tüktür, istisnaîdir. Bu hususlarda zâhidlere ve sûfîlere saygı duyulur ama onlar gibi yaşamak gerekmez. Zâhidler ve sûfîler özel müminlerdir, ağır riyazetler, çetin mücâhedeler onlara özgüdür. Allah Resûlü aşırı perhizkarlığı men etmiştir. “Benim Ramazan dışında oruç tuttuğum da tutmadığım da oluyor, evliliğimde var” demiştir. Zâhidler ve sûfîlerin özel hâlleri ve hayatları örnek alınmaz ama bunlardan ibret alınır. Meşrû ve mübah yollarla Allah Tealanın bizlere lutfettiği nimetlerden ölçülü ve dengeli bir şekilde zevk de alırız haz da. Bu nimetleri bize ihsân eden Mevlâmıza hamd ve şükür ederek sevap da kazanırız. Ama ölçüyü kaçırarak işi hazcılığı ve hedonizme vardırmayız. Maddî ve cismanî zevkler konusunda gevşek davranmak, ipin ucunu kaçırmak birçok sıkıntıya ve rahatsızlıklara yol açtığından nefsi disiplin altında tutmak her yönden faydalıdır. Nefsin isteğinin sınırı yoktur ve onun her istediğini yapmanın sonu da hüsrandır. Zâhidlerin ve sûfîlerin dikkat çektikleri nokta da burasıdır. İslâm da sûfîlik de her zaman makul ve meşrû olanı tavsiye eder. Bazı zâhidlerin ve sûfîlerin bize ifrat gibi görünen hâlleri ise genel olarak muvakkaktır. Yani belli zaman ve şartlarla sınırlıdır, başkalarına da örnek değildir.
“Anadolu’daki İslâmî düşünce ve tasavvuf tarihini araştıranlar mutlaka bu esere muhtaçtır” diyorsunuz. Eseri bu kadar önemli kılan nedir?
Sadece Anadolu değil ister Balkanlar’da, Kafkaslar’da ister başka bir İslâm diyarında olsun tasavvuf sahasında araştırma yapanlar Tezkiretü’l-evliyâ’nın dinî hayat üzerindeki etkisini dikkate alırlarsa daha doğru neticelere ulaşırlar diye düşünüyorum. Bu eserden evvel de sûfîlerin hayat hikâyelerini ve fikirlerini anlatan “Tabakât” türü kitaplar (sûfîlerin biyografilerini içeren eserler) yazılmıştır. Fakat Attâr’ın eseri daha evvelki eserlerde mevcut olan bilgileri kapsadığı gibi onlarda mevcut olmayan bazı bilgileri de içerir. Attâr bu eseri sade, güzel, akıcı ve anlaşılır bir dille, aynı zamanda edebî ve parlak bir üslupla yazmıştır. Bu özelliği itibari ile sadece araştırmacılar tarafından değil halk tarafından da okunmuştur ve istifade edilmiştir. Anadolu Türkçesine tercüme edilmekle beraber eserin Farsça metni de okunmuştur ve popüler bir niteliği mevcuttur. Attâr’ın kullandığı dil oldukça tesirlidir. Bu bakımdan araştırıcılar kadar sûfîliğe ve canlı bir dinî hayata ilgi duyan herkesin bu eseri özümseyerek okumalarında fayda görüyorum.